Brecht Oyunlarından Faşizme Dair İpuçları
- Zeynep Baykal

- 2 May
- 8 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 25 May
“Karanlık dönemlerde peki, Şarkı da söylenecek mi? Elbette şarkılar da söylenecek.
Belgeleyen karanlık dönemleri.” (Bertolt Brecht, Sanat)
Tüm dalları ile sanat ama özelde bir eyleme biçimi olarak tiyatro sanatı tam da Brecht’in
şiirinde söylediği gibi karanlık dönemleri betimleyen, belgeleyen, kayda geçiren, geleceğe
taşıyan bir aracı olmuş tarihi yazanların hakim söylemlerine inat…
Tarihsel süreçte bağımlılık-muhalefet ilişkisi arasında gidip gelen bir seyre sahip olsa da
tiyatronun siyasal alanla ilişkisinin, kökenlerinin varoluşuyla eş zamanlı olduğunu
söyleyebiliriz. Buna karşın 20.yy’ın ilk çeyreğinden itibaren Erwin Piscator, Bertolt Brecht,
Peter Weiss gibi isimlerin ortaya koydukları kuramsal çerçeve ve baskı rejimlerine karşı bir
muhalefet alanı yaratma çabaları ile tiyatro-siyaset ilişkisi daha sağlam temellere oturmuş
olur.
Kendi dönemlerinde hem içinde bulundukları siyasal alanda hem de farklı coğrafyalarda etkili olmuş bu sanatsal üretim biçimlerinin bugünkü karşılıkları üzerine düşünmek günümüzde de hakimiyetini sürdüren örtük ya da açık faşizm politikaların etkinliği düşünüldüğünde önemli görünüyor göze. Bu yazı siyasal olanla tiyatroyu kuramsal ve teknik anlamda bir araya getiren yukarıda sıraladığım tiyatro insanlardan Bertolt Brecht’in yaşamını sürdürdüğü faşizmin koşullarının tiyatrosuna yansımalarına kısa bir bakış niteliği taşımaktadır.
Siyasalın Tiyatro ile Sınır Aşırımı
Tiyatro sosyolojisi üzerine ilk çalışmaları yapan Fransız Sosyolog Jean Duvignaud üreticiliğin
en çok arttığı dönemlerin duygu yoğunluğunun kolektivite içinde en çok yaşandığı kuralsızlık
dönemlerine tekabül ettiğini söyler. Yeni formların oluşmadığı, davranış kalıplarının
netleşemediği kırılma dönemlerinde yeni üretim biçimlerinin, estetik algıların türediğini
iddia eder. Benzer dönemlerde üretim yapan Piscator ve Brecht’in üretimlerinde de bu tezin
yansımasını görmek mümkündür. Piscator tiyatronun siyasal bir görev üstlenmesi gerekliği
üzerinden sınıf mücadelesine hizmet eden bir araç olarak didaktik ve eğlenceli bir sahneleme
biçimi yaratır. Bunu yaparken güncele dokunmak için seyirciye gerçek belgeler sunulmalıdır.
Film, projeksiyon, fotoğraf, istatistik, belge kullanımı seyirciyi oyunun sosyo-ekonomik ve
politik yansımalarının içine çeken, onu bilmeye, yargılamaya götüren eğitici bir dil benimser.
Sahnelemelerinde siyasal ve ekonomik sisteme dair sorunları bütüncül bir bakışla ele alana
Piscator’un yanında Brecht insan yaşamının ve tavrının önemli ayrıntılarıyla ilgilenir.
İki dünya savaşının yıkıcılığına, kapitalizmin ve otoriter yönetimlerin bireyi un ufak edişine
şahit olan Piscator ve Brecht’in yaklaşımdaki bu farklılığın yanında her iki tiyatro insanının
üretimleri, yazımları siyasal olan ile tiyatronun sınırlarını ortadan kaldırarak evrensel
düzlemde faşist yönetimlerin yeniden ürettiği kapital odaklı yoksulluğu, çıkar düzenini
görünür kılar.
Yaratmak istedikleri bu farkındalık hali tam da Brecht’in dediği gibi, insanın içinde var olan
ve çıkartılabilecek pek çok şeye dokunur. Brecht’e göre insanın olduğu gibi kalması
gerekmez, üretimlerinin odağında ise yine insanı olduğu gibi değil olabileceği, olması
gerektiği gibi görmek yatar.
Brecht, sanatın en önemli işlevinin toplumsal ilişkilerin gizlediği gerçeğin gün ışığına
çıkarılarak “yaşam gerçeğine ulaşmak” olduğuna inanır. Bunun için seyirci sanat yapıtı
karşısında edilgin bir tavırla oyun kişisiyle özdeşleşmemelidir. Özgür eleştirel bir tutum
katarsise alan açmaktan uzaktır. Brecht’in “Tiyatro için Küçük Organon” eserinde söz ettiği
bilim çağının tiyatrosu kişisel tutkulara gerilim yaratan durumlara yoğunlaşmak yerine,
toplumsal ilişkileri düşündürücü toplumsal süreçler olarak ele almalı, tarihsel gelişimleri
göstermelidir. Bu bağlamda Bertolt Brecht’e göre somut gerçeklerin olduğu gibi taklit
edilmesi toplumsal süreçlerin ve bu süreçlerin ardında yatan nedensellik ilişkilerinin
kavranabilmesini engellemektedir. Bu nedenle Brecht oyun kişilerini tarihselleştirilmiştir,
davranışlarını ve fikirlerini toplumsal koşullarla ilintilendirmiştir. Oyun kişileri egemen
ideolojinin baskısı altında var olabilme çabasında zaman zaman yanlış yönelimlerde
bulunurlar, çıkarlarına bağlı hareket ederler. Bu baskının görünür kılınabilmesi için bir başka değişle yazarın gerçeğe egemen olabilmesi için yalnız taklitten değil farklı anlatım
araçlarından yararlanabilmelidir. Bu nedenle Brecht halihazırda var olan Aristotalyen sanat ve estetik anlayışını reddeder. Brecht’in epik estetiğinin temel kavramlarını kendi söylemiyle
şöyle özetlemek mümkündür.
“Dramatik tiyatro seyircisi şöyle der: evet bunu ben de yaşadım bu doğal bir şey, hep böyle
olacak adamın durumu yürekler acısı zavallı için çıkar yol yok, her şey ne kadar doğal,
ağlayan ile ağlıyor gülen ile gülüyor insan. Epik tiyatro izleyicisi ise şöyle der” bak bunu
düşünmemiştim ama öyle de yapar mı adam, çok garip inanılır gibi değil. E yeter artık, sanat
böyle bir şey ne kadar da şaşırtıcı, ağlayanın durumuna gülüyor, gülenin durumuna ağlıyor
insan” (Brecht, 1997a, 30-31).
Bu yaklaşımdan hareketle Brecht katarsisi (duygusal arınmayı) merkezine alan gerçekçi
tiyatroyu topluluk eylemi olan tiyatronun özüne ihanetle suçlar ve kökleri geleneksel halk
tiyatrolarına dayanan epik tiyatro kuramını geliştirir, farklı farklı süreçler üzerinden de
tarihselleştirmeler yaparak öykünün nesnel koşullarını görünür kılar. Özdeşleşmeye engel
olan merkezsiz, epizodik yapı sahne üzerinde sergilenen kesintiye uğratılmış
eylemler/toplumsal- sınıfsal tavırların yansıdığı bedensel gestuslar, yabancılaştırma unsurları (müzik ışık, anlatıcı gibi) biçimci oyunculuk kullanımıyla seyirciyi uyanık tutmaya ve eleştirel bir tutum almaya yönlendirir. Kahramanlaşamayan karakterler doğallığından çıkıp seyircideki şaşırma hissini daimi kılar. Seyirci tüm bu öğelerle gözler önüne serilen şeyin, yani durumların değişebilirliğinin üzerine kafa yormaya başlar bu sayede.
Yaşamında ve Üterimlerinde Faşizmin İzleri Brecht yaşadığı dönem ve coğrafya itibarı ile kapitalizmin, kapitalist sistemin körüklediği savaşı, yükselen faşizmin yıkıntılarını en yoğun biçimiyle kendi yaşamında da hisseder.
Üretim yaptığı yılların neredeyse tümünü Avrupa’nın farklı yerlerinde (Prag, Viyana, Zürich,
Paris, Stockholm, Skovsbostrand) ve Amerika’da sürgünde geçirmek zorunda kalır. Savaşın,
militarizmin birey ve toplum üzerindeki yıkıcılığına, Hitler Almanyasının faşizmine tanık
olurken ötekileştirilmeyi sansürü, baskıyı da deneyimler. Almanya’da oyunu Önlem, filmi
Kuhke Wampe sansürlenir, Berlin Opera Binası önünde kitapları yakılır ve 1933 sonrası ailesi ve birkaç arkadaşı ile birlikte Almanya’dan kaçmak zorunda bırakılır.
Sürgün yılları boyunca Brecht, Hitler’in faşist politikalarına dair haberleri, belgeleri
biriktirmeyi sürdürür, gelişimleri farklı ülkelerden gelen gazetelerden takip eder. Kesting’e
göre “Hem Almanya dışında yaşadığı yıllarda hem daha sonraki yıllarda Brecht’in mücadelesi
faşizme ve keskin çözümlemeler ile ele aldığı kapitalist sisteme karşı sürdürülen bir mücadele niteliği taşımıştır” (Kesting: 1985, 81). 1940’larda Meyerhold Stüdyosunda çalışmak için gittiği Sovyet Rusya’da da sorun yaşar. Üretimleri ve politik kimliği ile kabul görmez. Brecht Stalin dönemini Walter Benjamin’e “Proletarya üzerindeki diktatörlük” olarak tanımlar (Kesting: 1985, 96). Ömrünün bir dönemini geçirmek zorunda olduğu Hollywood yakınındaki Santa Monica yılları onun için huzurlu ama onurdan yoksun bir kentte seçme şansı olmadığı için film senaryolar yazarak yaşamaya mecbur kaldığı yıllardır sadece. Brecht bu yıllar boyunca Hitler rejimi üzerinden Alman halkına toplu bir sorumluluk yüklemek istemez, yani bir başka değişle Hitler’in ardından giden ve Hitler’in yanında durmak istemeyen Alman haklı arasında ayrım yapmıştır. 1947 yılında Amerika’dan İsviçre’ye gitmeye hazırlanırken kendini komünist avının içinde bulur. Amerika’ya Aykırı Etkinlikleri Araştırma Komitesi’nin soruşturma komisyonun komünistlik suçlamalarına tıpkı oyun kişileri Schweyk’ın ve Galileo’nun yaptığı gibi yerinde, kurnaz, nüktedan yanıtlar vererek İsviçre’ye gitmeyi başarır.
Bir yazısında da belirttiği gibi baskı rejimi altında bir aydın olarak Brecht kendine farklı bir
direniş biçimi, daha yumuşak mücadele alanları açmayı mümkün kılmıştır.
Brecht oyunlarının çoğunda baskı rejimlerinin ideolojik aygıtlarının birey üzerindeki
etkilerine değinir. Marksizm’e yönelmeden önce yazdığı dışavurumcu etkinin görüldüğü ilk
oyunları Baal (1918), Gecede Davul Sesleri (1919), Kentlerin Vahşi Ormanlarında (1921)
dışarda bırakılırsa, tüm oyunlarında yaşadığı dönemde kendisinin de birebir hissettiği
toplumsal koşulların öznelci anlayıştan uzak nesnel bir analizini yapar. 1925’de yazdığı
Adam Adamdır oyununda militarist düzen için bireyin dönüşüp yok oluşunu, Hamal Galy
Gay’in bir gün içinde iş vaadiyle kandırılıp emperyalist bir askere dönüştürülmesi üzerinden
anlatır. 1928 yılında yazdığı hikayesini John Gay’in 1728 tarihli “The Beggars’ Opera” adlı
oyunundan alan şarkı sözlerinin Kurt Weill’in bestelediği Üç Kuruşluk Opera’da dilencilerin,
dolandırıcıların, haydutların dünyasından küçük burjuva eleştirisi yapar. Oyun Almanya’da
önemli bir başarı kazanır. Buna karşılık iki yıl sonra yine politik ancak biraz daha sivri bir
dille yazdığı “Mahagonny Kenti’nin Yükselişi ve Düşüşü”’nün sahnelemesinin aldığı tepkiler
dönemin siyasi ortamının ne denli sertleştiğini, faşizmin etkilerinin yoğunluğunu gösterir
niteliktedir. 1931 Mart ayında Nazi partisinin kuramsal yayın organı olan Nasyonal Sosyalist
Aylık Dergisi, Brecht ve Weill’in eseri hakkında “Yeni Opera Kültürü” başlıklı bir yazıda
şöyle denmektedir;
“Birbiri ardına tiksindirici sahneler izliyorsunuz, bir adam yiyor yiyor çatlayıp ölüyor,
erkekler bir fahişenin kapısında sıra olmuş birer birer içeri girip kayboluyorlar, bir boks
maçında boksörlerden birisi izleyenlerin coşkulu tezahüratıyla yumruklanıp ölüyor. Bu kısa
örnekler bile, böyle aşağılayıcı şeylerle uğraşan kişilerin, gençliğe eğitici etki yapma hakkına
hiçbir zaman uygun düşmediklerini ortaya koymak için yeterlidir herhalde. Kısacası tekrar
söylemek zorundayız ki, Brecht’in metinleri olsun, Weill’in müziği olsun, asla Alman sanatı
olarak görülemezler ” (Brecht: 1998, 319).
1930’lardan itibaren Brecht sanatsal olma kaydının ötesinde politik olması gerektiği fikriyle
hareket eder, oyunlarını belgesel olaylara dayandırır. Oyunlarındaki faşizm karşıtı söylem
yoğunlaşır. Bu noktada Kesting kitabında Brecht’in zaman zaman gerçekleri çarpıtabildiği
iddiasında bulunur. Kesting, özellikle Almanya’dan ayrıldığı ilk yıllarda yazdığı oyunlarda
Hitler rejimine nefretini etkisi ile Nasyonal Sosyalizmi salt sınıf çatışmaları ve kapitalizm
çıkarları ile ilişkilendirmesini eleştirir (Kesting: 1985: 73).
Buna karşılık Brecht “Hakikati Yazmak” isimli kısa metninde de faşizmi şöyle tanımlar;
“Faşizm, kapitalizmin ulaştığı bir aşama, tarihî bir aşama: bu açıdan bakılırsa, yeni bir şey,
öte yandan da eski bir şey. Kapitalizm faşist ülkelerde faşizm olarak var olur; kapitalizmin en
açık, en saldırgan, en baskıcı, en yalancı biçimi olan faşizme karşı mücadele vermek, ancak
kapitalizmle mücadele etmekle gerçekleşebilir, Faşizmi doğuran kapitalizme karşı tek sözcük
bile söylemek istemeyen kişi, karşı olduğu faşizmin hakikati üzerine nasıl konuşabilir? Bu
konudaki hakikati dile getirmek nasıl yararlı bir sonuç doğurabilir? Kapitalizme karşı
çıkmadan faşizme karşı çıkan, barbarlığın yarattığı barbarlıktan yakınan kişiler, danadan
kendilerine düşen payı büyük bir iştahla tıkman, ama danacıkların kesilmesine karşı çıkan
insanları andırıyorlar” (Brecht: 1934: 4).
Brecht’in sürgün yıllarında yazdığı oyunlarda bu faşizm tanımı üzerinden hareket ettiğini
söyleyebiliriz. Shakespeare’in Kısasa Kısas’ından uyarlanma “Yuvarlak Kafalar, Sivri
Kafalar” oyununda Brecht faşizm uygulamalarını hicveder. Oyunda İber adında Hitlervari
ırkçı bir dük insanları yuvarlak kafalar (Tikler) ve sivri kafalar (Taklar) olarak ikiye ayırır.
Mizahın ön planda olduğu 1936 yılında Danimarka’da sahnelenen bu oyun sonrasında Brecht
Hitlerin iktidara gelişinin ilk yıllarını konu alan “3. Reich’ın Korku ve Sefaleti” oyununu
dönemini tanıklarının ifadelerinden ve dönemin gazete haberlerinden faydalanarak yazar.
Brecht oyunlarında insan aklına olan inancını hep saklı tutar. Bir başka değişle Adorno ve
Horkheimer’ın karamsar yaklaşımının tersine, Brecht savaşın, sömürü düzeninin ve faşizmin
yarattığı yıkıcılığına rağmen insan aklının dönüştürücülüğüne inancını hep sürdürür. 1937-
1939 tarihleri arasında yazdığı “Galilei’nin Yaşamı” oyununda da bu inancı her şeye rağmen
devam ettirir. Oyun baskı karşısında bilim adamının bilime hizmet etme ile toplum karşısında ahlaksal sorumluluğu arasında gidip gelen bir düzleminde ilerler. Brecht oyunu yazdığı sıralarda uranyum atomunun Alman fizikçilerce parçalandığı haberi duyulur. Oyunun ilk versiyonunda Galilei’yi kahraman olmaktan çıkarıp insani yönlerinin ve içinde bulunduğu çelişkilerin altını çizer. Bu anlamda oyunda da geçen “Ne yazık o ülkeye ki, kahramanlara muhtaçtır”(Brecht: 1997, 84). sözü de Brecht’in bu tutumunu gösterir niteliktedir Buna karşın fizikçi Opphemeiner Olayı ve Hiroşima sonrası Brecht, Amerika’daki sahnelenişinde oyunu revize ederek baskıya rağmen sonuçlarını düşünerek hareket etmesi gereken aydın sorumluğunun altını çizer ve Galilei’nin istekleri ve korkuları yüzünden kiliseye boyun eğilişini yargılar.
1941’de tamamladığı faşizm karşıtı oyunları arasında en belirginlerinden biri olarak
değerlendirilebilecek “Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi” ise Hitler faşizminin gelişimi
Amerika’da Chicago’daki bir karnıbahar tröstünün hikayesiyle ganster Arturo Ui’nin
kişiliğinde verilir. Bu uzaklaştırma ve tarihselleştirme ile faşist rejimlerin kaçınılmazlığı
sorgulanır ve tarihsel düzlemde engellenebilirliği seyirciye tartıştırılır.
Sürgün yıllarında yazdığı diğer oyunları Carrar Ana’nın Silahları ve Almanya’ya döndükten
sonra yazdığı büyük oyunları olarak nitelenen Cesaret Ana ve Çocukları, Schweyk İkinci
Dünya Savaşı’nda, Bay Puntile ve Uşağı Matti, Ana, Kafkas Tebeşir Dairesi, Sezuan’ın İyi
İnsanı, Sofokles’in Antigonesi gibi oyunlarında da faşizmin, kapitalizmin yıkıcı baskısı
altında varlığı sürdürmek, benliği korumak için kararlar almak zorunda kalan insanın
ikilemlerine rastlanır.
Sonuç Yerine
Frankfurt Okulu düşünürleri için içinde bulunduğumuz bozuk düzen içindeki tek ve gerçek
alan sanattır. Yanlış bütün içinde var olan ama yanlışlığa katılmayan, insanlığın geleceği
içinde sığınabileceği tek kale olarak da sanat önümüzde durmaktadır. Faşizmin ortasında
üretim yapan Bertolt Brecht’in bize sunduğu tiyatro anlayışı, kendi tabir ile bilim çağının
tiyatrosu, insana gerçeği sunmanın yanında, bu gerçeğin değişebilir olduğunu göstermeli,
insanın tarihsel süreçteki gelişimi de görünür kılarak, dünyayı değiştirebilme olanakları
üzerine seyircide kapılar açabilmelidir. Bugün içinde devindiğimiz siyasi ve ekonomik
düzlemde de sanat, özelde tiyatro Brecht’in de altını çizdiği gibi insanı faşizmin tüm
biçimlerine karşı mücadele etme zorunluluğu ile karşı karşıya bırakacak en temel araçlardan
biri olma potansiyelini içinde barındırmakta… Bu karanlık günlerde, bugünleri, yarına
taşıyacak üretimlerin azalmaması umuduyla…
KAYNAKÇA
Benjamin, W. (2007). Brecht’ i Anlamak, İstanbul: Metis Yayınları.
Brecht, B. (1934). Hakikati Yazmada Beş Güçlük, Karazin Edebiyat Dergisi, Şubat- Mart 2015.
Brecht, B. (1997). Bütün Oyunları 3, İstanbul: Mitos Boyut Yayınları.
Brecht,B. (1997). Bütün Oyunları 7, İstanbul: Mitos Boyut Yayınları.
Brecht, B. (2005). Tiyato İçin Küçük Organon, İstanbul: Mitos Boyut Yayınları.
Brecht, B. (2011). Epik Tİyatro, İstanbul: Agora Kitaplığı.
Dellaloğlu, B. (2014). Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum, İstanbul: Say Yayınları
Kesting, M. (1985). Brecht, İstanbul: Alan Yayıncılık.
Şener, S. (2012) Dünden Bugüne Tiyaro Düşüncesi, Ankara: Dost Yayınları
Tolan, B. (1981) Çağdaş Toplumun Bunalımı: Anomi ve Yabancılaşma, Ankara: İktisadi







Yorumlar